Simone De Beauvoir

Hayatı boyunca “kadın”ın özgürleşme sürecini ve toplumda var olabilmek için gereken tek şeyin kadının kendi öz yapısı olduğu anlayışını savunan Simone de Beauvoir; sadece kadınların eşitliği için ataerkillikle ve kadın düşmanlığı ile değil,  aynı zamanda bütün bunların kadın olarak görülmek üzerindeki etkilerine karşı da sarsılmaz bir mücadele sergilemiştir. 1908 yılında Fransa’da dünyaya gelen Simone de Beauvoir, Fransa’nın en seçkin okullarında matematik, felsefe ve yabancı dil eğitimleri almış ve Paris’te eğitim aldığı dönemde ünlü Fansız yazar ve düşünür Jean-Paul Sartre ile tanışmıştır. Simone de Beauvoir, yazar, feminist filozof ve gazeteci olarak hayatını devam ettiren, kadın hak ve özgürlüklerinin 20. Yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden olmuştur. Savunularıyla post-feminizmin kurucusu olarak anılmaktadır.


Çağlar boyunca kadın hak ve özgürlükleri ekonomik, sosyal ve siyasal dönüşümlerle şekillenerek, kadınların sahip olduğu tolumsal cinsiyet rolleri her toplumda değişse de genel yargılar hiç değişmedi. Kadınlar kendilerine “uygun bulunan” işleri yapıyorlardı ve başka bir kariyere ihtiyaç duymaları utanılacak bir şeydi. Kadın, küçük yaşlardan itibaren evlilik için yetiştiriliyor, evlendikten sonra da sadece kocasına ve çocuklarına bakmakla yükümlü tutuluyordu.Kendi yaşadığı dönem için  de Simone de Beauvoir şöyle demiştir; “…kadınlar, hem erkek dünyasında yaşamakta hem de bu dünyayı yadsıan bir küre içine kapanmaktadırlar ve tabii bu küreye kapanıp erkek dünyası ile kuşatılıktan sonra, hiçbir yere yerleşememektedirler…” Bu gözlemlerine dayanarak kişiliği, kadınlarda gördüğü ortak kadere direniş olarak gelişti ve ardından bu direnişle bir farkındalık oluşturmak istedi. Fikirlerini korkusuzca savunması ve feminist duruşu nedeniyle ona “Cesur” lakabı verildi.

Simone de Beauvoir, hayatı boyunca yirmiyi aşkın kitap yazarak yayımladı.


Kadınların varolma mücadelesine sunduğu katkılarla, ilham alabilmeniz adına!

“Etrafımızdaki dünyanın sarsıcı boyutlarına, cehaletimizin yoğunluğuna, bizi bekleyen felâket risklerine ve o muazzam topluluk içindeki bireysel zayıflığımıza rağmen, gerçek şu ki varlığımız kendi sınırlılığı içinde, sonsuza açılan bir sonluluk içinde sürdürme irademizi kullanırsak tamamen özgür oluruz. Ve aslında, gerçek aşkları, gerçek başkaldırıları, gerçek düşleri ve gerçek iradeyi tanımış olan her insan bilir ki, hedeflerinden emin olmak hiç kimsenin iznine, güvencesine muhtaç değildir; O kesinlik duygusu kendi içgüdüsünden kaynaklanır.”